vendredi 20 mai 2011

Kiev’de Türkmen şairi Mahtumkulu anıldı

Ukrayna’nın başkenti Kiev’de Türkmen şairi Mahtumkulu düzenlenen törenle anıldı. Kiev'deki Mahtumkulu anıtı önünde düzenlenen törende, şairin hayatı ve edebi kişiliğini anlatan konuşmalar yapıldı.

Ukrayna’nın başkenti Kiev’de Türkmen şairi Mahtumkulu düzenlenen törenle anıldı. Kiev'deki Mahtumkulu anıtı önünde düzenlenen törende, şairin hayatı ve edebi kişiliğini anlatan konuşmalar yapıldı. Kiev’in merkezindeki Mahtumkulu anıtı ve parkında geçekleşen etkinliğe; Azerbaycan, Pakistan, Kırgızistan, Türkiye gibi birçok ülkenin büyükelçileri, dış misyon temsilcileri, akademisyenler, 2. Dünya Savaşı gazileri, Türkmen diasporası ve çok sayıda Türkmen üniversite öğrencisi katıldı. Mahtumkulu Anıtı’na çelenk ve çiçek bırakan katılımcılar daha sonra Mahtumkulu’nun şiirlerini Ukraynaca, Rusça ve Türkmence dillerinde okudu. Törende hazır bulunan Türkmenistan’ın Kiev Büyükelçisi Nurberdi Amanmuradov yaptığı konuşmada; “Bugün birlik günümüz, anayasa günümüz, şairimiz Mahtumkulu’yu anma günümüz. Bu bizim halkımızın hep birlikte kutladığı önemli günlerden birisi.” dedi. Daha önce


Türkmenistan'ın Ankara büyükelçiliği görevinde de bulunan Amanmuradov konuşmasında Türkmenistan ekonomisindeki son dönemdeki gelişme ve büyüme oranlarına ilişkin davetlilere rakamlarla bilgi verdi. Mahtumkulu şiirlerinin okunduğu ve felsefesinin konuşulduğu etkinlik akabinde Türkmenistan Büyükelçiliği'nde bir resepsiyon verildi. Büyükelçilik'teki resepsiyonda davetlilere Türkmen mutfağının vazgeçilmezi Türkmen pilavı ikram edildi. Ukrayna’da öğrenim gören Türkmen öğrencilerden Cuma Atayev; “Türkmenistan devletimizin büyük bayramlarından birisini coşkuyla kutluyoruz. Türkmen devletimizin büyük şairi Mahtumkulu’nun şiir bayramı münasebetli Türkmenistan büyükelçiliği çalışanları, Türkmen öğrenciler olarak Mahtumkulu anıtına çiçek bıraktık. ” şeklinde konuştu. CİHAN

Türkçe Konuşan Öğrenciler Derneği - Lyon/FRANSA

Asya Güreş Şampiyonası Taşkent’te renkli görüntülerle başladı


Bu yıl Özbekistan’ın ev sahipliğinde düzenlenen Asya Güreş Şampiyonası Taşkent’te başladı.
Yunusubat Kapalı Spor Tesisleri’nde düzenlenen şampiyonanın açılışı renkli görüntülere sahne oldu. Şampiyonanın ilk gününde ilk madalyayı alan ülke ise Kuzey Kore oldu.
Şampiyonanın açılışına Uluslararası Güreş Federasyonları Birliği (FILA) Başkanı Raphael Martinetti ve Özbekistan Başbakan Yardımcısı Abdullah Aripov da katıldı. Açılışta birer konuşma yapan Martinetti ve Aripov şampiyonanın centilmence müsabakaları sahne olmasını temenni ederek güreşçilere başarılar diledi.



İLK BEŞ ALTIN BELLİ OLDU

Tören sonunda şampiyonanın ilk gününde erkek serbestte 55, 60, 66, 74 ve 84 kilolarda altın madalyanın sahiplerini belirleyen final müsabakaları yapıldı. Şampiyonada ilk altın madalyaya ulaşan ülke Kuzey Kore oldu. Erkekler 55 kilo serbestte Japon rakibini sayı üstünlüğüyle yenen Kuzey Koreli güreşçi, şampiyonanın ilk altın madalyasını alarak milli marşı eşliğinden bayrağını göndere çektiren sporcu oldu.

60 kiloda ise Kazakistanlı güreşçi altın madalyanın sahibi olurken, 66’da yine Kuzey Kore, 74’te Özbekistan ve 84’te ise İran altın madalyanın sahibi oldu. K.Kore şampiyonada ilk günde iki altın madalya kazanan ilk ülke oldu.
Dereceye giren güreşçilere madalyaları törenle verildi. Birincilik kürsüsüne çıkan altın madalya sahibi ülkelerin bayrakları, çalınan milli marşları eşliğinde göndere çekildi.


Şampiyonaya aralarında Çin, Hindistan, Tacikistan, Kazakistan, Japonya, Güney Kore, Suriye, ve İran’ın da olduğu 22 Asya ülkesinde 230 dolayında bay ve bayan güreşçi katılıyor.
Şampiyonada güreşçiler serbest ve grekoromen stilde toplamda 21 ayrı kategoride mücadele edecek. 21 Haziran’da yapılacak son müsabakalarla sona erecek şampiyonada, 14 kategoride erkekler ve 7 kategoride de bayanlar ter döküyor.
Bu şampiyonada derece alan güreşçiler daha sora düzenlenecek dünya güreş şampiyonasına katılma hakkı elde edecek.
Şampiyonayı yakında takip eden FİLA Başkanı Raphael Martinetti basına yaptığı açıklamada Taşkent’teki şampiyonanın organizasyonundan ve şampiyonaya katılım bakımından olan ilgiden memnun kaldığını dile getirdi.

Türkçe Konuşan Öğrenciler Derneği - Lyon/FRANSA


BDT ülkeleri başbakanları Belarus’ta buluştu

Bağımsız Devletler Topluluğu'na (BDT) üye ülkelerin başbakanları Belarus’un başkenti Minsk’te bir araya geldi.




Bağımsız Devletler Topluluğu'na (BDT) üye ülkelerin başbakanları Belarus’un başkenti Minsk’te bir araya geldi. Belarus Başbakanı Mihail Myasnikovich’in ev sahipliği yaptığı zirveye, Rusya Başbakanı Vladimir Putin, Ukrayna Başbakanı Nikolay Azarov, Kazakistan Başbakanı Karim Masimov, Tacikistan Başbakanı Akil Akilov, Kırgızistan Başbakanı Almazbek Atambayev, Azerbaycan Başbakan Yardımcısı Yakub Eyyubov, Ermenistan Başbakanı Tigran Sarkisyan, Türkmenistan Devlet Başkanı Yardımcısı Nazarguli Şaguliyev, Moldova Ekonomi Bakanı Valeri Lazer ve BDT İcra Sekreteri Sergey Lebedev katıldı.

Bir gün süren zirveden sonra basın toplantısı düzenleyen Belarus Başbakanı Mihail Myasnikovich, zirve sonuçlarından memnun kaldığını kaydetti. 11 ülke heyetinin katılımıyla gerçekleşen zirvenin önemine değinen Belarus Başbakanı, BDT ülkeleri arasında önümüzdeki yıldan itibaren inavasyon işbirliği programının başlatılacağını belirtti.

BDT LİDERLERİ DUŞANBE’DE BULUŞACAK

BDT İcra Sekreteri Sergey Lebedev de düzenlenen basın toplantısında yaptığı konuşmasında, BDT devlet başkanları zirvesinin Eylül ayında Duşanbe’de yapılacağını açıkladı. Duşanbe’de yapılacak liderler zirvesine hazırlık yapıldığını kaydeden Lebedev, BDT dönem başkanlığını Tacikistan’ın yürüttüğünü hatırlattı.

KIRGIZİSTAN VE TACİKİSTAN’DAN GÜMRÜK BİRLİĞİNE İLGİ

Rusya Başbakanı Vladimir Putin, Rusya, Belarus ve Kazakistan arasında oluşturulan Gümrük Birliği’ne Kırgızistan ile Tacikistan’ın da katılmak istediklerini belirtti. Kırgız ve Tacik yönetiminin Gümrük Birliği’ne katılma sinyali verdiğini kaydeden Putin, Gümrük Birliği ve Tek Ekonomik Alanın yeni üyelere açık olduğunu belirtti.
Putin ayrıca, üye ülkeler arasında oluşturulacak ortak pazarın ekonomik işbirliğini daha da geliştireceğini kaydederek, “Bizim toplumun her alanında rekabet gücünü artırmak için entegrasyon potansiyelini arttırmamız gerekiyor.” dedi.
Öte yandan, BDT başbakanlarının bir sonraki zirvesinin Ekim ayıdan St.Petersburg’da yapılması kararlaştırıldı.
BDT'ye Rusya, Ukrayna, Belarus, Kazakistan, Kırgızistan, Azerbaycan, Ermenistan, Moldova, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan üye.

jeudi 19 mai 2011

ATATÜRK'ÜN 19 MAYIS 1919'DA SAMSUN'A ÇIKIŞI VE TÜRKİYE'DE MİLLİ EGEMENLİK İLKESİNİN GERÇEKLEŞMESİ


Millî Mücadelenin Atatürk tarafından dile gelen hikâyesinin ilk cümlesi, "1919 senesi Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım" ile başlar. Diğer bir deyişle, 19 Mayıs 1919 Millî Mücadelenin fiilen başladığı tarihtir. 19 Mayıs bir başlangıçtır; fikir ve karar sahibi Atatürk'ün hedefine varan yolda ilk adımdır. Şevket Süreyya Aydemir'e göre, "Mustafa Kemal'in yeni hayatı, yeni âlemi, onun, 1919 Mayısının 19'uncu günü Samsun kıyısında Anadolu karasına ayak basmasıyla başlar, yani onun zuhurunun, hem kendi kaderine, hem milletimizin tarihine, hem çağımızın akışına, çeşitli yönlerden yön ve şekil veren safhası o gün, orada ve Mustafa Kemal'in Samsun kıyısına ayak basmasıyla başlamıştır.

Egemenlik(Hakimiyet); egemen olma, hakimlik, üstünlük, amirlik manalarına gelir ve hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün gücü ifade etmek için kullanılır. Egemenlik, devlet kudretinin bir vasfıdır.İç hukukta en üstün kudreti, uluslar arası hukukta da bağımsız bir gücü ifade eder.
Millî Egemenlik ise; bir milletin kendi kaderine hakim olarak, kendi geleceğini tayin etme gücünü elinde bulundurması demektir. Yani bir milletin kendini idare etmesi, kendine hükümet edecek heyeti seçmesi anlamına gelir. İç görünüşü itibarıyla demokratik rejimi, yani egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ortaya koyarken, dış görünüşü ile de milletin özgür ve bağımsız yaşamasını, yani dışa karşı millet birliğini ve bütünlüğünü ifade eder.
Millî Egemenlik, bir kişi veya sınıfın egemenliğinden uzak olarak, milletin kendi yönetiminde söz sahibi olması anlamına geldiğinden, milletin genel iradesinin ortaya konulmasını sağlar ve iktidarın, kayıtsız şartsız millete ait olmasını ifade eder. Millî Egemenlik anlayışında millet, kendisini oluşturan fertlerden ayrı, onların üstünde bir kişiliğe, bir iradeye sahiptir ve egemenlik bu kolektif kişiliğe aittir.
Millî Egemenlik, millet iradesini hakim kılması münasebetiyle demokrasinin temel şartıdır. Bu sebeple, bütün demokratik rejimlerde en üstün kuvvet ve devlet yönetimi konusunda belirleyici unsur olarak, devlete yön verirken, aynı zamanda devlet fonksiyonlarının oluşmasını da sağlar.
Millî Egemenlik, insanlık tarihinde başlı başına kuvvet kaynağı olan ve kuvvet doğuran fikirlerden birisi olarak, devletlerin yapısını değiştirebilecek ve tarihin akışını etkileyebilecek kadar etkilidir. Dolayısıyla, insanlık tarihi açısından büyük önemi sahiptir. 
Atatürk'e göre Millî Egemenlik, devlet ve milletin mukadderatında amil ve hakim unsur olması gereken bir değerdir. Çünkü Millî Egemenlik, adaletin, eşitliğin, hürriyetin dayanağı ve milletin namusu, haysiyeti, şerefidir. Bu sebeple Atatürk, Millî Egemenlik ilkesini devletin temel unsurlarından birisi haline getirmeye çalışmıştır. Bundan amaç ise; siyasî, sosyal ve ekonomik yönden, yabancı etkilerden uzak, millî iradeden oluşmuş bir toplumun meydana gelmesini sağlamaktır.
Atatürk,"Millî Hakimiyet öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar" ifadesiyle, Millî Egemenlik ilkesinin gücünü ortaya koyarak, devlet hayatındaki önemini 
vurgulamıştır.



Türkiye'de Millî Egemenlik ilkesinin gerçekleştirilmesi, tamamen Atatürk'ün bu konudaki düşünce ve çalışmalarının sonucudur. Atatürk'ün 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak basmasıyla birlikte, Türk tarihinde ilk defa kişisel egemenlikten, Millî Egemenliğe geçiş süreci başlamıştır. Atatürk, Samsun'a ayak bastığı andan itibaren, hem içe, hem de dışa dönük olarak, dinî ve batılı fikirleri yanına almış ve bunların senteziyle Anadolu'da tek idare, tek devlet, tek egemenlik, tek kumandan, tek meclis ve tek millet fikirlerinden hareket ederek, her alanda gerçek Millî Egemenlik ilkesini uygulamaya çalışmıştır. Dolayısıyla, Türkiye'de Millî Egemenlik ilkesinin genel anlamda ilk defa Atatürk'ün önderliğinde girişilen Millî Mücadele yıllarında uygulandığını söylemek mümkündür. Çünkü bu dönemde, memleketin içine düştüğü kötü durum karşısında, bazı aydınlar memleketin kurtarılması için bir büyük devletin mandasını kabul etmekten başka çare görmezlerken,Atatürk bunlardan çok farklı düşünmüş ve millete güveni esas alan bir hareketin peşinde olmuştur.(9)O, memleketin içinde bulunduğu kötü durumu kastederek Nutukta; "... Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da Millî Hakimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak! İşte daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar, bu karar olmuştur."
 
Atatürk'ün Samsun'a varır varmaz, müfettişliğin kendisine yüklediği vazifeleri yerine getirmek amacıyla hazırladığı 22 Mayıs 1919 tarihli rapor; Ordu müfettişinin birçok noktalarda, talimatın sınırını da aşarak, bütün memleket kaderi ile ciddi bir şekilde uğraştığını göstermektedir. Hazırladığı bu ilk raporunda Atatürk, Samsun bölgesindeki asayişsizliğin sebebinin Rumlardan kaynaklandığını, Türklüğün yabancı mandasına ve kontrolüne tahammülü olmadığını, Yunanlıların İzmir'i işgale haklarının bulunmadığını ve en önemlisi, milletin, millî egemenlik esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul ettiğini ve bunu gerçekleştirmeye çalışacağını belirtmiştir. Dolayısıyla Atatürk, milletin birlik ve beraberliği ile Millî Egemenlik ilkesini Millî Mücadelenin temel dayanağı yapmaya kararlı olduğunun ilk işaretini vermiştir. Millî Mücadelenin ilk ana programını teşkil eden bu rapor, Tevfik Bıyıklıoğlu'na göre, gerçekte, bir ihtilâl programından farksızdır.

Atatürk, Samsun'un İngiliz işgalinde ve kıyıda bulunması ve civarındaki Rum çetelerinin faaliyetlerinden ötürü karargâhının içerde daha emin bir yere naklini gerekli görmüş ve 25 Mayıs 1919'da Havza'ya hareket etmiştir. Atatürk için artık tarihî görev başlamış bulunuyordu. Bundan sonra Osmanlı Devleti bir süre adeta iki elden idare edilecekti. Çünkü Atatürk her gittiği yerde halkın arasına girerek İstanbul Hükümeti gibi halkı sükunete değil, tersine onları harekete geçirmeye çalışacaktı.

 Yine O, sadece bir komutan olmayacak valiler ve millî teşekküllerle haberleşen,Türk milletini düştüğü kötü durumdan haberdar eden, memleketin dertlerini dert edinen bunlara çare arayan, cemiyetler toplayıp kararlar alan bir önder olacaktı. Nitekim, 28 Mayıs 1919'da Havza'dan bütün memlekete, askerî ve mülkî amirlere, Müdafaayı Hukuk Cemiyetlerine gönderdiği bir tamimle İzmir'in işgalini protesto için yurdun her tarafında mitingler yapılmasını, halka felaketin büyüklüğünün anlatılmasını ve bunu köylere kadar yaymalarını istedi. Bunun üzerine memleketin her köşesinde İzmir'in işgaline tepki olarak mitingler yapıldı. İstanbul'da altı miting, Anadolu'nun çeşitli şehir ve kasabalarında toplam 96 miting tertip edildi. 
İstanbul mitinglerine ve Atatürk'ün Havza'daki faaliyetlerine ilk tepki işgal makamlarının onu İstanbul'a geri çağırmaları olmuştur. Atatürk, o güne kadar"Ordu Müfettişi" sıfatı ile bütün kişisel ağırlığını koyarak hareket etmişti. Şimdi bu sıfatın tehlikeye düştüğünü görüyordu. Bu nedenle başlattığı eylemi kişisel olmaktan çıkarıp halka mal etmekte acele etmek gerekiyordu. Harbiye Nezaretine oyalayıcı bir cevap vererek 12 Haziran 1919'da Amasya'ya gitti. Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Refet Bey(Bele) ve Rauf Bey'in (Orbay) katkılarıyla 14 Haziran 1919'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti bünyesinde, Mustafa Kemal tarafından önceden hazırlanmış metnin üzerindeki çalışmalar tamamlanarak Millî Mücadele tarihimize Amasya Tamimi olarak geçen ilk önemli belge kabul edildi. Tamim, Konya'da bulunan 2.Ordu Müfettişi Cemal Paşa (Küçük, ya da Mersinli Cemal Paşa)ile Erzurum'da 15.Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'nın da onaylamasından sonra 21/22 Haziran 1919'da tüm ilgililere duyuruldu. 
Amasya Tamimi'nde dikkati çeken noktalar özellikle şunlardır."Yurdun bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir" denilmekle, tehlike çanı çalmakta, alarm işareti verilmektedir. Tamimin ikinci maddesi birinciyi tamamlamakta İstanbul Hükümetinin aczi ortaya konularak, bu durumun milletimizi yok olarak tanıttırdığı açıklanmaktadır. Tamimde yer alan önemli bir hüküm de, "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır" parolasıdır. Millî Egemenliğe ve millî bağımsızlığa yer veren bu ilke, daha sonraki tarihî gelişmelerle Türk İnkılâbının bir temel dayanağı olacaktır. Tamim, bölgesel değil, bütün ülkeyi içine alacak bir kuruluşu öngörmekte ve bu amaçla bir kongrenin toplanması gereğini belirtmektedir. 
Amasya Tamimi, Millî Egemenliğe dayalı yeni bir Türk devletinin kurulması yolunda atılan ilk adımdır. Türk milletine bu çağrının gerekçesini ve uygulanacak plânı açıklamaktadır. Artık yüzyıllardır Türk milletinin kaderine hükmetmiş olan Padişah iradesine karşı ayaklanma başlamıştır. Nitekim Tamimle birlikte İstanbul'a gönderilen mektuplarda, artık İstanbul'un Anadolu'ya egemen değil, bağımlı olmak zorunda olduğu belirtilmiştir. Ordunun Amasya'da alınan kararların uygulanması ile görevlendirilmesi artık ordunun da ihtilâlin içinde yer aldığını göstermesi bakımından önemlidir. 
Tamim, millet gerçeğine dayanarak alt üst olan düzenin yerine yeni bir düzeni öngörmektedir."İstiklâl", bu yeni düzenin parolası, millî iradeye dayanan"Millî Hakimiyet" ilkesi de gücüdür. 


Amasya Tamimi'nin bir diğer önemi de,Türk Milliyetçiliği akımının, inkılâbın bir temel prensibi olarak değerlendirilmiş olmasıdır. Milliyetçilik Amasya Tamimi'nden itibaren millî mücadelenin esası, özü, temel yapısı olmuş, milleti harekete getiren, ona millî şuur ve vicdanının sesini duyuran, politik tutumun hedeflerini gösteren prensip olmuştur. 
Kısaca, Amasya Tamimi,Türk İnkılâp Tarihinde, hukukî ve siyasî önemi ile yeni Türk devletinin kuruluşunu hazırlayan bir temel vesika olması bakımından özel bir değer ifade eder. 
Devletin kaderinde, milletin söz sahibi olması anlamını taşıyan Millî Egemenlik ilkesinin, Millî Mücadele dönemi boyunca ve daha sonra da üzerinde durulacak en önemli hususlardan birisi olduğu, Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde kongreler düzenlenerek, halkın istek ve düşüncelerinin belirlenmeye çalışılmasından da açıkça anlaşılıyordu. Zaten sadece bu kongrelerin toplanması bile, millet egemenliğinin gerçekleştirilmesi yolunda atılmış önemli bir adımdı. Çünkü kongrelerde alınacak olan kararlar, milletin temsilcilerinin görüşleri doğrultusunda ortaya çıkacaktı. Bu da milletin girişilecek olan mücadelede söz sahibi yapılması demekti.
Bu çerçevede, 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında yapılan Erzurum Kongresinde alınan kararlar arasında; "Kuva-yı Milliyeyi âmil ve İdare-i Milliyeyi hakim kılmak esastır" ibaresinin bulunması, bütün bu çalışmaların Türkiye'de Millî Egemenliği gerçekleştirmek esasına dayandığı açıktır. Yine 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında yapılan Sivas Kongresinin sonunda yayınlanan beyannamede de; "İstiklâlimizin temini için Kuva-yı Milliyeyi âmil ve Millî İradeyi hakim kılmak esastır" denilerek,Erzurum Kongresinde bu konuda alınan kararın aynen tekrarlanması, şüphesiz Atatürk'ün bu konudaki kararlılığının bir göstergesi olmuştur. Bu çerçevede,Atatürk'ün Sivas'ta çıkarttığı gazetenin adının İrade-i Milliye ve Ankara'da çıkarttığı gazetenin adının da, Hakimiyet-i Milliye olması tesadüf değildir.

 
Türkiye'de Millî Egemenlik konusunda atılmış önemli adımlardan birisi de Son Osmanlı Mebusan Meclisinde 28 Ocak 1920'de kabul edilen Misak-ı Millî kararlarıdır. Misak-ı Millî ile her şeyden önce millî ve bölünmez bir Türk ülkesinin sınırları çizilmekle birlikte Türkler, tam bağımsızlık şuuruna erişmişler ve millet olarak asgari haklarını istemişlerdir. Bu Misak (Ant), Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarındaki millî kurtuluş programını, millî hudutlarımızı daha geniş ve belirli kılarak tam bir hukuk ve siyaset anlayışı esaslarına oturtmuştur. 
Misak-ı Millî'nin kabulünden sonra İngilizler 16 Mart 1920'de İstanbul'u işgal ederek,Son Osmanlı Mebusan Meclisini de dağıtmışlardır. İstanbul'un işgaliyle birlikte Osmanlı Devleti'nin tamamen etkisiz kaldığını ve milletin içinde bulunduğu kötü duruma bir çare bulmasının artık mümkün olmadığını gören Atatürk, milletin kurtuluşunu yine milletin kendisinin sağlayacağı düşüncesiyle ve Millî Egemenlik ilkesinin tam anlamıyla gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla, 19 Mart 1920'de bütün valilere, mutasarrıflıklara ve komutanlıklara bir genelge göndererek, Ankara'da "olağanüstü yetkilere sahip" yeni bir meclisin toplanmasını istedi.Bu genelgede yer alan hükümlere uygun olarak yapılan seçimler sonucunda belirlenen milletvekillerinin yanında, İstanbul'dan Ankara'ya gelmeyi başaran milletvekillerinin de katılmasıyla, yeni meclis 23 Nisan 1920'de Ankara'da açıldı.

 

Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla,Türkiye'de Millî Egemenlik ilkesi resmen ve de fiilen gerçekleştirilmiştir. Böylece millet kendi geleceğini kendisi belirleme imkânına kavuşmuştur. Bunda da en büyük pay, hiç şüphesiz Atatürk'e aittir. 

Atatürk, T.B.M.M.'ni açarak en büyük ideallerinden birisi olan,Türkiye'de Millî Egemenlik ilkesini devletin temel unsurlarından birisi haline getirirken, "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir" ifadesiyle de, hükümranlık hakkını ve otoritesini sadece T.B.M.M.'ne vermiştir.O, böylece bu konuda milleti tam yetkili kılarken, aynı zamanda diktatörlüğe karşı da bütün kapıları kapatmıştır.

 
Atatürk,Meclisin,Millî Egemenlik ilkesi gereği, milletin kaderine nasıl hakim olması gerektiğini de, yine mecliste yaptığı bir konuşmada şu sözlerle ifade etmiştir;"Millet mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve hakimiyetini bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir Meclis-i Ali'de temsil etti. İşte o meclis, Meclis-i Alinizdir;Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisidir."
19Mayıs 1919'da Atatürk'ün Samsun'a çıkmasıyla başlayan Türkiye'de Millî Egemenlik ilkesini gerçekleştirme çalışmaları, 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla fiilen gerçekleşmiş ve "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir" ifadesinin 20 Ocak 1921'de kabul edilen ilk Anayasada yer almasıyla da hukukî anlamda güvence altına alınmıştır. Böylece Türkiye'de Millî Egemenlik ilkesinin gerçekleşme evreleri de tamamlanmıştır. 

www.meb.gov.tr

mercredi 18 mai 2011

Bilge Kral, Aliya İzzetbegoviç

Sırp işgali altındaki Bosna topraklarında ikinci Endülüs faciasının yaşanmasını engelleyen Bosna Hersek’in kurucu Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç, ölüm yıldönümünde anılıyor.
Dünyada yaşayan herkes İslami uyanışı ve kendi tözünü ve özünü daha derinlemesine kavrayabilmek istiyorsa şayet, Aliya İzzetbegoviç’in kapısını çalmalıdır.
Bosna özelinde bir medeniyet ve kimlik krizi yaşayan Müslümanlar, gerek eylem adamı olarak gerekse entelektüel çıkışıyla onun üzerinden bir meydan okumayı gerçekleştirebilmiştir.
Yeniden kavuştuğu özgürlükten güç alan İzzetbegoviç, Avrupa’nın saldırgan tutumuna karşı, bütün gücüyle İslam barışını vurguluyordu. Çoğulcu bir Bosna-Hersek’in devamını savunuyor, Bosnalı Müslümanların, Hırvat ve Sırp toplumlarıyla barış içinde yaşayabileceklerini tüm dünyaya haykırıyordu.
Varoluşun özgürlüğünün acıyı teselli ettiği yıllarda kimliğini oluşturan pek çok öncü ve bilge kişilik arasında ilk aklıma gelenlerden biri kuşkusuz Aliya İzzetbegoviç’tir. Bu yüzden kısa ama bir o kadar da uzun 20. yüzyılın son on yılında kendisinden en çok bahsedilen liderlerden birisidir o.

Vakur duruşu belleğimizde ve vicdanımızda sarsıcı etkiler bıraktı her zaman. Faşist bencilliklerin içinden geçen, adeta taşlaşmış akılların yabansılıklarını, insanı yüreğinden ve zihninden kavrayarak çözüp atmaya çalışır Aliya. Bunu da sadece sözle yapmaz. Sözün yanında yazının gücüne de inanır katıksız biçimde. Öyle ki tutsaklık zamanlarında bile, acının gücünü alt edebilecek erdemli bir eylem olarak okumayı ve yazmayı asla ihmal etmez. Belki özgürlüğün yollarında yazının ve tabii ki düşüncenin tesellisi, acıları -en azından- tahammül edilebilir sınırlara çektiği içindir bu eyleme bu kadar istikrar kazandıran.
Peki, kimdir Aliya?
Üsküdarlı babaanne
Aliya İzzetbegoviç, 8 Ağustos 1925′te Bosanski Samac kentinde doğdu. Babaannesi Üsküdarlıdır. Kendisi ile aynı adı taşıyan dedesi Aliya İzzetbegoviç, Üsküdar’da askerlik yaparken tanıştığı Sıdıka Hanım ile evlenmiştir. Dede İzzetbegoviç, Sıdıka Hanım ile evlendikten sonra Samac kentine geri döner. Bu evlilikten beş erkek çocukları dünyaya gelir. Aliya İzzetbegoviç, iki yaşında iken ailesiyle birlikte hayatının en önemli yıllarını geçireceği Saraybosna’ya göç etti. Çocukluğundan itibaren aziz ve kerim Kur’an’ın insanın yüreğine serinlik veren atmosferinden soluklanıyordu: “Rahmetli annem çok dindar bir kadındı… Sabah namazlarına hiç aksatmadan vaktinde kalkar ve beni de kaldırırdı ki ben de Belediye binasının yakınındaki mahalle camisi olan Hadzijska Camii’ne gidebileyim… Güneş doğmak üzere ve yaşlı imam Müjezinoviç camide olurdu. Sabah namazının ikinci rekâtında daima Kur’an’ın harika surelerinden biri olan Rahman suresini okurdu. Taze bahar sabahındaki o cami, sabah namazında okunan o Rahman suresi ve civardaki herkesin saygı duyduğu o âlim; uzun zaman önce geçip gitmiş olan yılların sisleri arasında hâlâ net bir biçimde görebildiğim en güzel görüntüleri oluşturmaktadır.”


Genç Müslümanlar teşkilatı
Çocuk denecek yaştan itibaren siyasetle ilgilenmeye başladı. 1940 senesinde, okul arkadaşlarıyla birlikte Mladi Müslümani (Genç Müslümanlar) teşkilatına katıldığında henüz 16 yaşındaydı. 18 yaşına geldiğinde Batı felsefesinin tüm temel metinlerini okumuştu. Sonraki yıllarda belli başlı İslâmi referansları da dikkatle okudu ve kendisini “bilge” bir Müslüman olarak yetiştirdi. “Genç Müslümanlar”, Muhammed Abduh ve Reşit Rıza gibi İslâm âlimlerinin fikirlerinden etkilenerek 1938’de Saraybosna’da kurulan ve Müslümanların sorunlarına çözümler arayan dinamik bir örgüttü.
Dünyadaki bütün Müslümanların birlik olmasını ve tek bir büyük İslam Devleti kurulmasını savunan Genç Müslümanlar, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Müslüman halk arasında büyük bir hızla destek buldu. Çıkardıkları Mücahid, İslâmî Uyanış, Zemzem, İslâm Düşüncesi gibi dergilerle fikirlerini halka yaydılar. 1945 senesinde General Jozip Broz Tito’nun başbakan olmasıyla Yugoslavya’da komünist zulüm çarkı işlemeye başladı ve “Genç Müslümanlar”, Tito rejiminin hedef tahtasına yerleştirildi. 1946 yılında, İzzetbegoviç henüz 21 yaşındayken, ilk kez tutuklanarak hapis cezasına çarptırıldı. Gerekçe, “Mücahid” adlı İslamî dergiyi çıkaranlar arasında isminin geçmesiydi. “Bölücülük ve halklar arasında nefreti körüklemek” gibi suçlamalarla 3 yıl hapis yatan Aliya, heyecanını ve kararlılığını asla kaybetmedi.
Onun ayırt edici vasıfları nelerdir? Kuşkusuz bu soruya eğilebilmek için hapisten çıkan Aliya’ya bakmak gerekecektir.
Ne muhafazakârlık, ne modernizm!
Hapisten çıktıktan sonra 1952’de ziraat fakültesine girip üç yıl okuyan Aliya, bu okulu yarıda bırakarak Hukuk Fakültesi’ne yazıldı ve 1956 yılında, hukuk diplomasıyla mezun oldu. Tito yönetiminin baskıcı uygulamaları, İzzetbegoviç’in fikirlerini ve kimliğini açıklamasını büyük ölçüde engelliyordu. O da günlük hayatta ifade edemediklerini yazmaya başladı.
1969 yılında kimi yönleri ile Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler kitabını anımsatan İslam Deklarasyonu adlı kitabını yayımladı. Eserin evreni, Kutub’un evreninden ne çok farklı ne de aynıdır, ne çok uzak ne de yakındır. Ayrıca din kavramını ele alışı ile Mevdudi ve Ali Şeriati’yi de anımsatır bu eser. Deyim yerindeyse bu kitapla kendi evrenini toplumsallaştırır Aliya. Onun kendi kendini biçimlendirmesinin dışavurumudur bu.
İslam Deklarasyonu’nun temel düşüncesi, Müslüman kitlelerin imgelemini ancak İslam’ın yeniden canlandırabileceği ve onları bir kez daha kendi tarihlerinin aktif özneleri olmaya muktedir kılabileceği idi. Batılı fikirler bunu yapmaya muktedir değiller. Bu mesaj radikal olmakla suçlandı ki, bir bakıma da öyleydi; kaynaklara, yani öze dönüşü talep etmesi anlamında. İzzetbegoviç, Müslümanları yakın bir gelecekte yok olmaktan kurtarmak için İslâmi yenilenmeye ve Kur’an-ı Kerim’i daha sıkı bir okumaya tabi tutmaya ve onu tatbik etmeye çağırıyordu. O, Batı’yı günah keçisi yapmak yerine en sert eleştirilerini gelenekçi veya modernist olan Müslüman liderlere yöneltiyordu. Çünkü onlar İslâm’ı dünyayı yönetme tarzı yerine salt bir din olarak görüyorlardı. Özcesi kendi gerçekliğimizle karşılaşmaktan korkan muhafazakârlardan ve modernistlerden uzak bir biçimde sabırla bu evrensel gerçekliğin peşine düşer ve bizi kendimizle/kendisiyle yüzleştirir. Onun misyonudur adeta bu durum.


Düşünsel bir panorama
İnsanlık tarihinin en vahşi katliamlarından birinin yaşandığı Bosna’nın lideri olmanın yanında evrensel vicdanın sesi de olmayı başardı.
Elbette köklere ve bu köklere işaret eden dosdoğru yolun sadık kullarının mirasına sadık kalarak çok özel bir coğrafyadan, Bosna’dan seslendi. Yani doğu ile batı arasından. 1974-1975 yıllarında da Doğu-Batı Arasında İslam başlığını taşıyan kitabını yazdı. Kültürel dünyamız onu dirençli bir lider olarak tanımadan önce, düşünür olarak tanımıştı.
“Ey teslimiyet, senin adın İslâm’dır.” cümlesi ile nihayete eren Doğu ve Batı Arasında İslâm adlı kitabının Türkçe olarak ilk yayınlanışı 1987′dir. Aliya bu kitabında hem kendi coğrafyasının hem de tüm zamanların düşünsel panoramasını sorumluluk bilinci ile sergiler; daha da geç olmadan belleğimizden uzaklaştırılmış olan kadim değerleri hatırlayalım diye: “Müslüman milletlerin kendi etrafında dönüp durmaktan vazgeçip gerilik, fakirlik ve bağımlılıktan kurtulmalarını; saygınlık ve aydınlık yolunda gerçekten ileriye dönük adımlar atıp kendi imanlarının efendisi olmalarını; cesaret, deha ve erdem pınarlarının yeniden akmasını istiyorsak, bu hedeflere giden yolu da göstermeliyiz. Bu yol, İslâmî düşüncenin yenilenmesi suretiyle, bireylerin özel hayatlarının her alanında İslâmî değerlerin yeşertilmesi ve Fas’tan Endonezya’ya kadar tutarlı bir Müslüman topluluğunun yaratılmasıdır.” Fikirleri yalnız Bosnalı Müslümanlar arasında değil, tüm İslam aleminde sessiz sedasız yayıldı, ta ki 1983 yılına kadar…
Soylu savaşçı
Aliya, 1983 yılında, birden “İslamî bildirge yayınlamak” suçundan tutuklanarak 14 yıl hapis cezasına mahkum edildi. Bosna’daki Müslüman halk onu İslamî Hareket’in lideri olarak bağrına basarken, komünist yönetim 60′ına merdiven dayayan İzzetbegoviç’e Yugoslavya’nın en kötü hapishanesinde “taş kırma” cezası veriyordu.
Hapishanenin insanı yıpratan şartlarına karşı ayakta durmaya çalışırken, diğer tarafta dünyanın ilke sahibi direnişçilerine otorite sahiplerinin sık sık başvurduğu bir öneri ile karşı karşıya kalır. Dokuz yıllık mahkumiyetini çekmek üzere cezaevinde tutulurken kızları Lejla ve Sabina babalarının serbest bırakılması için girişimlerde bulunurlar. Üst düzey parti yöneticilerinden biri olan Nikola Stojonavic aracılığıyla bir pişmanlık dilekçesi yazması durumunda affedilebileceği söylenir. Dilekçeye bazı pişmanlık ifadeleri ve rejim hakkında hoş şeyler eklemesinin iyi olacağı söylenir ama o bu teklifleri tümden reddeder: “Kızlarım bana bu ruh haliyle yazılmış bir af dilekçesi bile getirmişlerdi. Onu okudum ama imzalamadım. Hapis cezam devam etti. Önümde yatmam gereken bir beş yıl daha vardı.”
Öte yandan hapiste geçen yıllar, İzzetbegoviç’i halk içinde daha da güçlendirecek, fikirleri, binlerce genç destekçisiyle birlikte dinamik bir siyasi harekete dönüşecekti.
Teslim olmayacağız!
1988’de cezai indirimden yararlanan İzzetbegoviç yeniden özgürlüğüne kavuştu ve hapisten çıkar çıkmaz da Müslümanlar tarafından kurulan Demokratik Eylem Partisi’nin (SDA) Genel Başkanlık koltuğuna “doğal lider” sıfatıyla oturdu. Artık onun ismi, Bosna’da 40 yıldır baskı altında tutulan ve unutturulmaya çalışılan İslam’ın yeniden doğuşunu simgeliyordu. Yeniden kavuştuğu özgürlükten güç alan İzzetbegoviç, Avrupa’nın saldırgan tutumuna karşı, bütün gücüyle İslam barışını vurguluyordu. Çoğulcu bir Bosna-Hersek’in devamını savunuyor, Bosnalı Müslümanların, Hırvat ve Sırp toplumlarıyla barış içinde yaşayabileceklerini tüm dünyaya haykırıyordu. Özünden ödün vermeyen barışçı söylemiyle Müslüman çoğunluğun desteğini alan İzzetbegoviç, 1990 yılındaki seçimlerde kendi bölgesinde komünistleri hezimete uğrattı. Bir yıl sonra da uzun zamandır için için çatırdayan Yugoslavya dağıldı.
Hırvatistan ve Slovenya, 1991 senesinde, Sırp yönetimindeki Belgrat hükümetinden bağımsızlıklarını ilan edince, İzzetbegoviç de Bosna-Hersek’te referanduma giderek, halkına “bağımsızlık isteyip istemediklerini” sordu. Bosnalı Sırpların boykot ettikleri referandumda Müslüman halkın tam desteğini arkasına alan İzzetbegoviç, 3 Mart 1992′de bağımsız Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etti. Ne var ki Sırp azınlık boş durmayacaktı. Silahlı ayaklanma başlatan Sırplar, Müslüman halka karşı korkunç bir etnik temizliğe girişti. Çoğunluğu oluşturan Müslüman halkı acımasızca katlederek veya sürerek çoğunluğu sağlayabileceklerine ve yönetimi ele geçirebileceklerine inanıyorlardı. Sırplar ağır silahlarıyla Müslüman kıyımına başladılar. İzzetbegoviç, Avrupa topraklarının İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana gördüğü en büyük dehşeti, tam 1200 gün süren kuşatma boyunca Müslüman Boşnak kardeşleriyle birlikte yaşadı ve umudunu kaybetmeden direnişini sürdürdü. Çok acı, çok duygu, çok sevgi ve ne yazık ki çok da ölümün yaşandığı Bosna’da gadre uğrayan insanlığın, halkının ve vicdanın yanında durdu hep. Uygar barbarlığın liderleri, bu soykırıma üç yıl seyirci kaldı.
Nihayet 1995 sonunda beklenen müdahale gerçekleşti ve aynı yılın Kasım ayında Dayton Barış Antlaşması imzalandı. Ancak Amerika himayesinde gerçekleşen Dayton Barışı, “âdil olmayan” bir antlaşmaydı. 1996 yılının Eylül ayında, Aliya İzzetbegoviç, yeniden üç üyeli kolektif başkanlık divanına seçildi.
Aliya, dünya kamuoyunun “Bosna’nın İslamî özünü sulandırmaya çalıştığını” ve böylelikle de “Sırpların etnik temizlik politikasını haklı çıkarmak istediklerini” düşünüyordu. Bu düşünceler yüzünden bazen kendini “binlerce Müslüman Bosnalının hunharca öldürülmesinin tek sorumlusu” gibi görüyor, acısı büsbütün artıyordu. Acılar cezaevi yıllarında ağırlaşan kalp rahatsızlığını nüksettiriyor ve erdemli lider her geçen gün kendini biraz daha “tükenmiş” hissediyordu. Daha fazla direnmedi ve 2000 yılının Temmuz ayında istifa etti. İstifa ederken “Dünya kamuoyu Bosna’daki şartların iyileşmesini istiyor, ancak bunun bedelini Müslüman halka ödetmeye çalışıyor. Bu adil değil. Bunlar benim birlikte yaşayabileceğim şeyler değil” diyen İzzetbegoviç, “adaletsizliğe” üç yıl dayanabildi. Aliya İzzetbegoviç, 2003 yılında yatmakta olduğu Saraybosna’daki Kosova Hastanesi’nde hayata gözlerini yumdu.
Aliya İzzetbegoviç şöhretin ve karizmanın ötesine uzanarak belleğimizde ve vicdanımızda sarsıcı etkiler yaratan bir düşünürdü.
Dünyada yaşayan herkes İslami uyanışı ve kendi tözünü ve özünü daha derinlemesine kavrayabilmek istiyorsa şayet, Aliya İzzetbegoviç’in kapısını çalmalıdır.
Kaynak: Özgün Duruş




mercredi 11 mai 2011

İstanbul 4 gün boyunca gülecek

12-15 Mayıs tarihlerinde İstanbul, yepyeni bir organizasyon olan Uluslararası Mizah Festivali'yle tanışıyor. 'Festivale katılıyoruz, katıla katıla gülüyoruz' sloganıyla 'En son ne zaman güldünüz?' diye soruyor etkinlik. Zamanı bilinmez ama insanın neye ve neden güldüğü hâlâ dünyanın en büyük gizemlerinden biri. 
 
Ilk Uluslararası Mizah Festivali’mizin simgesi gülen bir eşek. Şimdiye kadar gülen bir hayvan keşfedilmediyse de insanoğlu hayvanlara bol bol gülüyor. Hatta öyle bir şey ki, kuyruğuna teneke bağladığı hayvana bile katıla katıla gülebiliyor. 
İnsanın neden güldüğü, nelere güldüğü, bu konuda yapılan araştırmalar yıllardır sürse de hâlâ gizemini koruyor. Bu senenin başında mevzuyu çözmek amacıyla dünyanın dört bir yanından akademisyenler, nörologlar, psikologlar toplanarak bir de sempozyum düzenleyip gülmenin sosyolojik, nörolojik, psikolojik altyapısını tartıştılar. İlk konuşmacı Western Ontario Üniversitesi’nden Rod Martin, ‘İnsan neden güler?’ sorusuna semantik açıdan yaklaşıyordu. Ona göre anahtar kelime ne mutluluk, ne sevinç ne de kahkahaydı, esas olan neşeydi. 
Graz Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Helmut Karl Lackner ise stres, mizah ve solunum arasındaki ilişkiye odaklanarak gülmenin sırrını ortaya çıkarabileceğimizi söylüyordu. 
Sempozyumun en önemli isimlerinden biri, Colorado Boulder Üniversitesi’nden, 41 yaşındaki profesör Peter McGraw’dı. Mizah, genel olarak insan davranışları üzerine çalışan McGraw’ın özellikle ilgilendiği alanlardan biri. McGraw, 2009’dan beri ‘HurL’ (The Humor Research Lab-Mizah Araştırmaları) laboratuvarında ekibiyle birlikte araştırmalar yapıyor.

Mizahın bir şifresi yok

Konuşmasına ‘gıdıklanmak’ örneğiyle başlayan McGraw, kendikendimizi gıdıklayınca gülmediğimiz gerçeğini hatırlatarak basit sandığımız gülmenin esasında ne kadar karışık ve büyüleyici bir fenomen olduğunu söylüyor. McGraw’un teorisi, insanın karşısındakinin yaşadığı zararsız olaylara güldüğü. Bunlara seksist ve ırkçı şakalar da dahil. 
Buna göre kendisine zarar vermeyen, karşısındakinin de incinmeyeceğini düşündüğü olaylara gülüyor insan. Profesör ve öğrencilerinin motosikletle bir çemberi dönmeye çalışan ve sürekli düşen bir kişinin YouTube videosunu izlettirdikleri deneklerden de çıkardıkları sonuç bu. 
Elbette bir insanı kahkahalara boğan bir olay diğerini güldürmeyebiliyor. Bunun bir kanıtı da reçeteli esrar kullananan insanlar üzerinde yapılan deney. Esrar da herkes üzerinde aynı etkiyi yapmıyor tabii. Sonuç: Mizahın bir kodu yok! Ve McGraw’a göre bu kodu bulan kişi, dünyanın en zenginleri listesine anında yerleşebilir. 
Plato, Aristoteles, Thomas Hobbes, Kant gibi filozoflar, Freud gibi nörologlar da gülmek üzerine kafa yordu tarih boyunca. Freud’a göre mizah, insanların bastırılmış düşüncelerini ve duygularını güvenli bir şekilde dışa vurmalarıydı. Kant’ın teorisine göre insanların beklentileri ve gerçekler arasındaki uyumsuzluktu şakaların sebebi. Hobbes’a göre kiminin eğlencesi bir diğerinin rahatsızlığıydı. 
McGraw ise bu kişisel teorilerin hiçbirini tatmin edici bulmuyor. Kant’ın söyledikleri meşhur İngiliz komedi grubu Monty Python için geçerli olabilir, Hobbes’un teorisi eski komedyenlerden Henny Youngman’ı açıklayabilir ama hiçbir kişisel teori bütün gülünesi durumları açıklamak için yeterli değil. Özetle gülmek, gizemini hâlâ koruyor.


Cem Mumcu (Psikiyatr-Yazar)
Kaç bin milyon zamandır, kaç bin trilyon insan güler? Kimi dudaklarını yana açarak, kimi püskürte püskürte, kimi gizli saklı yapar bunu. Şapşal bilim bir tek yere, bir tek nedene ve bir tek dinamiğe bağlayacak ya her şeyi; gülmeye de biçim bulmaya kalkmış birileri. İnsan neden güler? Sinirden güler bazen. Mutlu oldum diye de güler, kendini mutlu sandığı için de. Kaçmak için yapar bazen asıl olandan; kimi zaman da asıl olanla karşılaştığı için. Acıdan güler, acıya güler, acıyla güler. Başkasınınkine güler, -bir cesaret- kendininkine güler. Susmak için ya da söylemek için güler. Oh dediği için, of dediği için, ah dediği için, ay dediği için, üf dediği için ve daha nicesi için yapar bunu. Korkudan güler kimi zaman, korkmamak için de… Kimi zaman yapmak zorunda kalır, tutamaz kendini. İçine dokunan, beynini elleyen, bedenini gıdıklayan bir şey olunca yapar bunu. Bazen başkasından bulaşır gülmek insana ama ‘Mania’nın gülmesi fena bulaşıcıdır. Bir de tetanoz olunca güler. Çene kaslarını tutar mikrop; giderayak güler surat acı acı. Ve sanki bir dengesi vardır gülmenin evrende. Birilerini güldüren, birilerini üzer. Tanrılardan biri hazla elemi birleştirip karıştırmak istemiş, bunu başaramayınca ‘Bari şunları kuyruklarından birbirine bağlayalım’ demiş. İnsanın nice kuyruğu böyle birbirine dolanmıştır. Bu yüzden gülmesine ya da başka bir haline öyle bir adet neden, bir adet sonuç biçmeye kalkanlara gülerim ben.

Metüst (Çizer ve mizah yazarı)
Gerçeğin muhalif, keyifli, hayali, olabilirlik halleridir, mizah! Bazen de gerçeğin ta kendisi! 
Yamuk bakmak, vicdan, empati, detay avcılığı ve klişe kırıcılığı esastır! Çağrışım, çeşitleme ve göndermeler desteğiyle üretilir! 
Herkes algı kapasitesince güler! 
Kimi ota boka güler, kimi kapkara şeylere! 
Ben kendiliğinden olan şeylere gülerim mesela! 
Saçması kaymış, kaydırılmış bir toplum olduğumuz için güleceğimiz şeylere ağlıyoruz, ağlayacağımız 
şeylere de gülüyoruz.


Ceyhun Yilmaz (Stand-up'çi)
Bir anlatım şekli olduğu gibi aynı zamanda hayatın içinde görünmez şekilde vardır mizah. Mizahçı herkesin üzerine bastığını baştacı yapandır. İnsanlar kendi kusurlarına, hatalarına ve bu hatalarda yalnız olmadıklarına güler. Mizahçının kullandığı dil ne kadar hayranlık uyandırıcı ise mizahı da o derece güçlü olur. Bir iletişim biçimi olan mizah elbette anlatıcı kadar anlayıcıya da ihtiyaç duyar. Temel olarak edebiyat kardeşi şiirden bir mantık farkı taşımaz. İçinde mutlaka çözmüşlük barındırmalıdır. Hayatı güzel yaşamak isteği hepimizde olduğu için mizaha hep aç yaşarız.

Engin Günaydin (Oyuncu)
Insanlar en fazla kendilerine gülüyorlar. Çünkü kendilerini çok akıllı, zeki ve her şeyi yapabilir olarak görüyorlar ama içinde yaşadıkları şeyler genelde zaaflar, yapamadıkları ve gizledikleri şeyler. Bunları gördüğü zaman da çok hoşuna gidiyor. Ondan dolayı yalnız olmadığını hissediyor. Ve kendisine bir arkadaş bulduğu için seviniyor.